kimlik krizi

Hilafet California'ya Ne Kazandırdı?

California’ya dair ilk betimlemeler 1510 civarında İspanya’da yazılmış. Tabi o tarihlerde henüz hiçbir Avrupalının Amerika’nın batı kıyılarını görmemiş olduğunu hesaba katarsak biraz garip. 

Aslında değil. Bu betimleme İspanyol yazar Garci Rodriguez de Montalvo tarafından yazılmış ancak bu California aslında tamamen hayali bir mekan. Montalvo kahramanlık ve şövalyelik öyküleri yazan, kahramanlarını parlak zırhlar içinde, fantastik yaratıklarla dolu egzotik yerlerde ejderhalarla ve büyücülerle savaştıran bir yazardı. Beşinci kitabı Las Sergas de Esplandián’da (Esplandián’ın Maceraları) cennetin kayıp bahçesine yakın bir yerde bir garip ada hayal etti. Montalvo şöyle yazdı:

Bil ki (Batı) Hint adalarının ötesinde, Yeryüzü Cennetinin yanı başında sadece esmer kadınların olduğu California adında bir ada vardır. Erkek yoktur burada çünkü bu halk Amazonların izinde yaşar. Güzel ve dinç bedenleri vardır, hem de cesur ve çok da güçlüdürler. Adaları, falezleri ve kayalıklı kıyılarıyla dünyanın en güçlü adasıdır. Adada altından başka metal bulunmadığından ehli hayvanlarının koşumları da silahları gibi altındandır.

Yeni kıtaya yelken açan İspanyol denizcilerin beklentilerini anlayışla karşılamak gerek. Christopher Columbus’un oğlunun ve Pasifik’e ulaşan ilk Avrupalı olan Cortés’in bu kitabın birer baskısına sahip olduğu biliniyor. Üstelik birtakım  kartografik hatalardan dolayı 1750 civarına kadar ilk zamanlarda yeni varılan ve California ismini verdikleri bu yerin gerçekten ada olduğu sanılıyordu. Tabi bu noktada Kuzey Amerika'da California ortak ismini taşıyan iki bölge olduğunu, tüm bölgeye eskiden tek isim verilse de ada sanılan yerin günümüz Amerika'sındaki California eyaleti değil, Meksika'da bulunan Baja California olduğunu özellikle belirtmek gerekiyor.
California adası haritası - California island map 1650
Ada sanılırken ben.

Montalvo kitabında bu adaya California ismini vermişti çünkü adanın hakimi Calafia ismindeki güzel kraliçeydi. Esplandián’ın Maceraları'nda Calafia güçlü kuvvetli ve çekici kadınlardan oluşan ordusuyla İstanbul (Constantinople) kuşatmasında Müslümanlarla (Osmanlılar) bir olup Hıristiyanlara (Bizans) karşı savaşa katılmıştı. Ancak daha sonra şövalye Esplandián’a aşık olup ve de bu sebeple yenildikten sonra tutsak alınıp Hıristiyan olmuş, daha sonra da İspanyol kocasıyla California’ya dönmüştü.

Montalvo’nun Calafia için neden bu ismi uygun gördüğüne dair türlü teoriler var ancak en akla yatkını Calafia Müslümanların yanında savaşacağından Montalvo’nun Müslümanların dini liderinin ünvanı olan halifeyi (caliph) çağrıştıracak bir isim seçmiş olması. Yani hilafetin Atatürk tarafından 1924’te kaldırılmasından sonra etimolojik olarak ayakta kalan tek halifelik California oluyor.

IŞİD can kiss my ass.

Paine'in Kemikleri

Thomas Paine. Bağımsızlık Savaşı dönemi Amerika’sının en önemli figürlerinden biri, tarihin ilk bestseller kitaplarından birinin yazarı ve bağımsızlık fikrini III. George’dan korkmadan yüksek sesle dile getiren ilk insanlardan biri. Maalesef bugün kendisinden ve kemiklerinden bahsetmek istiyorum.

Thomas Paine resim
Thomas Paine'in Auguste Millière tarafından
1880 yılında yapılmış resmi
Thomas Paine zamanın birçok Yeni Dünyalısı gibi İngiltere doğumlu bir İngiliz (1737). Fakir bir aileye doğduğu için 12 yaşında okulu bırakıp babasının yanında çıraklık yapmaya başladı. Bir yaşa kadar ufak tefek, vergi memurluğu, denizcilik gibi pek iz bırakmayan işler yaptı.

Londra’da boş vakitlerinde halka açık derslere gitmeyi severdi. Benjamin Franklin’le de burada tanıştı, ki kendisinin Paine’in hayatındaki yerini birazdan göreceğiz. Thomas Paine zamanın diğer anavatanında kök salamamış amaçsız insanları gibi şansını kendi başına ayakta durmanın başkenti olan Amerikan kolonilerinde denemeye karar verdi. Ancak öncesinde Franklin’le bir görüşme ayarladı ve burada Benjamin Franklin Thomas Paine için bir referans mektubu yazdı. Tabi o zamanlardaki böyle bir mektubun değerini şimdiyle kıyaslayamayız bile. Bugün merak ettiğiniz biri hırlı mı hırsız mı öğrenmek için elinizin altında bir dünya yöntem var. 1700’lerde ise birinin güvenilirliğini anlayabilmenin tek yolu güvenilir birinden gelecek bir referanstı. Bu yüzden o zamanlarda türlü türlü saçma sapan dolandırıcılık vakaları inanılmaz yaygındı. Bir kasabaya girip insanları mucizevi bir ilaç veya hızlı büyüyen bir bitki tohumuyla kandırıp sessiz sedasız, hakkınızda sizden önce oraya ulaşmış hiçbir kötü söz olmayan yeni bir kasabaya gidip aynı numarayı oradakilere de çekmek mümkündü. Benjamin Franklin de bu mektubuyla Paine’i mektubu gören insanlara kendi kredisini ortaya sunarak tanıtıyordu. Franklin “Ben Ben Franklin. Bu genç oğlan Thomas Paine’dir. Kendisiyle tanışmanı ve şehrimizi bir tanıtmanı rica ederim.” gibisinden cümleler kurduğu bu mektubu Paine’e vererek Paine’i Philadelphia’daki damadı Richard Bache’e gönderdi.

Paine 1774’te kolonilere vardı ancak anladığımız kadarıyla deniz yolculuğu o kadar berbattı ki 1775’in Ocak ayına dek ortalarda pek görünmez. Kendine geldikten sonra Bache Paine’i şehrin siyasi ve edebi mekanlarına bir tanıtmayı teklif eder. Tabi o zamanlar şehrin edebi arenası kitabevleri, ancak Paine burayı pek sevmiş olacak ki, her gün kitabevine gitmeye başlar. Burada kitabevinin kendisini yeni çıkaracağı Pennsylvania Magazine isimli gazetesinde bir şeyler yazması için davet edecek olan sahibiyle tanışır. Bir süre bu gazetede kurgular, makaleler, yorumlar karalar. Örneğin İngilizlerin günümüzde Endonezya adaları olan yerlerde (East Indies), Afrika’da ve de Amerika’da yerlilere yaptığı kötü muamelesi hakkında henüz bağımsızlık gibi bir seçenek kimsenin aklında yokken “Bu acımasızlık örneği olaylara baktığımda bir gün yüce Tanrı’nın Amerika’yı Britanya’dan ayıracağını düşünmeden edemiyorum. Buna ister bağımsızlık deyin ister başka bir şey, Tanrı’nın ve insanlığın gayesi buysa olacak olan da budur.” diyen bir yazısı var. Zamanın ruhunu, halkın İngilizler olarak milletine bağlılığını ve kolonilerdeki İngiliz egemenliğini düşündüğümüzde oldukça cesur cümleler olduğu açık. Ayrıca Paine’in yazı dilinde insanlara Amerikayla ilgili metafor yoluyla konuşuyormuş hissi veren bir şeyler vardı. Mesela gidip Hindistan’daki (India) İngiliz hükmünü anlattığında insanlar Hindistan’dan kastın koloniler olduğunu düşünürdü. Burada Amerika’nın Hindistan’a ulaşıldığı sanılarak başta India olarak adlandırıldığını ve yerlilere de bu yüzden Indian dendiğini hatırlamak gerekiyor tabi. Neyse, insanlar Paine’in yazılarında kendilerine dair referanslar gördüler ve dolayısıyla ne zaman bu tip şeylerden bahsetse satışlar fırladı. Paine de bu şekilde Benjamin Rush’ın ilgisini çekti. Rush aynı kitabevine gitti ve kendisiyle burada tanıştı. Rush’ın bu tanışmayla ilgili daha sonraki yazılarından anlaşılıyor ki Paine o zaman dahi kolonilerin bağımsızlığının yaklaştığını farketmiş ve savaşı hızlıca sonuçlandıracak önlemler düşünmeye başlamıştı. O dönemle ilgili Paine’in yazılarına göre kolonilere geldiğinde en çok şaşırdığı şey halkın sadakatiydi. Konu hakkındaki sözleri şu şekilde: “İnsanların eğilimlerinin bir iple sürülecek, ince bir kamışla terbiye edilecek kadar yumuşak olduğunu gördüm. Şüphe hızlı ve derindi, ancak Britanya’ya bağlılıkları dirençli ve aksini konuşmak da vatana ihanet mertebesindeydi. Üzerlerindeki nezaretten hazzetmezken uluslarına saygıları sonsuzdu. İnsanların kafasındaki tek şey barış ve uzlaşıydı. Bense taraflar arasındaki husumeti bir davaya benzetiyordum. Bağımsızlık ya da silahlanma gibi arzularım yoktu.”

Sonunda Lexington & Concord muharebesi Paine’in fikrini değiştirerek kendisinin de bir şeyler yapması gerektiğine onu inandırdı. Konuyla alakalı Rush’la da konuşup harekete geçti. Rush görüşmenin ardından bir dostuna yazdığı mektupta Paine’in kesinlikle bulaşmaması gereken iki mevzuyu bağımsızlık ve cumhuriyet olarak belirtmişti ancak Common Sense’e bakınca pek dinlemediğini görebiliyoruz.
Sonunda Paine kitapçığı yazdı, bazı kısımlarını Benjamin Rush’a okuyup başlık konusunda fikrini sordu. Kendisinin aklında Plain Truth (Basit Gerçekler) vardı ancak Rush Common Sense’in daha uygun bir başlık olacağını ifade etti. Bana kalırsa Common Sense’i yer yer sağduyu şeklinde çevirmek mantıklı ancak özellikle son zamanlarda bu söz öbeğini “ortak akıl” diye çevirmeye çalışan tonla siyasetçi mevcut. Dilediğinizi seçebilirsiniz.

Common Sense’e bakınca Paine’in Rush’ı pek dinlemediğini görebiliyoruz dedik. Kitapçığın temel konusu bağımsızlıktı ve argümanları üç şeyi anlattı. Önceden bağımsızlığa karşı ortaya konulmuş argümanları çürüttü, bağımsızlığın aslında ne kadar gerekli ve elde edilebilir olduğunu anlattı ve monarşilerin, sadece İngiliz monarşilerinin değil tüm monarşilerin işe yaramazlığını iddia etti. Tüm bu radikal mesajlar o kadar sade ve halka yakın bir dille anlatılmıştı ki kitapçık büyük bir heyecana yol açarak çok hızlı şekilde yayıldı. Paine kolonilerdeki İngiliz halkının vatanıyla arasında kalmış tek duygusal bağı koparıyor, krallarını yerin dibine sokarak kimsenin fısıldamaya cesaret edemediği şeyleri dillendiriyordu. O tarihe kadar insanların aklına gelmiş olsa da halk arasında seslendirilemeyen bağımsızlık fikri şimdi açık açık konuşuluyor ve yayılıyordu. Paine bir Amerikan milenyumundan bahsediyor, Amerika’nın başarısının tüm insanlığın başarısına bir şekilde bağlantılı olduğunu, Amerikan koloni halkının dünya çapında bir demokrasi devrimi başlatabileceğini söylüyordu. Evet Paine Ocak 1776’da “Yeryüzü üzerindeki en temiz ve saf anayasayı yazmak için elimizde her türlü fırsat ve teşvik var. Yeni bir dünyanın doğuşu yanı başımızda.” demişti. Yaklaşık 10 sene sonra (1787) dünyanın halen yürürlükte olan en eski yazılı anayasasını yaptılar (ülke değil eyalet anayasası olan Massachusetts anayasasını saymazsak).

Bu kitapçığın kudreti sadece sunduğu argümanların gücünden değil, o güne dek kabul gören varsayımları tersyüz etmesinden geliyordu. Paine insanları yaklaşan krize ve aslında tüm emperyal sisteme yeni bir açıdan bakmaya zorladı. Mevcut düşünce gaddar ve çıkarcı insanların varlığında özgürlüğün ancak kurumsallaşmış kuvvetlerin bir tür dengesi sayesinde mümkün olabileceğini, bu sayede kimsenin devlet gücünü tekelleştirip muhalefet olmadan hüküm süremeyeceğini kabul ediyordu. Yani soyluların, kraliyet ailesinin ve halkın güç mücadelesinde eşit payları vardı; iktidardaki bu karmaşıklık iyi bir şeydi çünkü basitlik tekelleşmeye yol açardı. Ancak Paine’e göre bu karmaşıklık yapılan bir hatanın sorumlusunu bulmayı güçleştirmekten başka bir işe yaramıyordu. İngiliz iktidarının bu karmaşıklığı kraliyete ve soylulara avantaj sağlamak amacıyla tasarladığı çok açıktı. Kral savaş ilan etmekten ve destekçilerine hibeler dağıtmaktan başka bir şey yapmıyordu.

Bu aşamada bu kitapçığın ve içerdiği iddiaların cesaretini günümüz şartlarına göre değerlendirdiğimizde yeterince takdir edemeyeceğimizi tekrar hatırlatmak isterim. Paine o dönem yazılan diğer kitap ve kitapçıklar gibi anayasal soru ve sorunlara ince ve teorik açıklamalar bulmaya çalışmıyordu, aksine bilinen algıları yıkmak, insanlara yepyeni bir seçenek sunmak istiyordu. Diğer çalışmalardaki gibi akademik, rasyonel ve tezlerini savunur bir tonla anlatmıyordu bunları, çok az okuyabilen halkın rahatça anlayabileceği, lafı dolandırmadan doğrudan diyeceğini diyen bir üslupla konuşuyordu. Legal argümanlar, süslü kelimeler, dolambaçlı cümleler yoktu, okuyucularının az da olsa mutlaka İncil’le alakalı bilgileri olduğunu bildiğinden kimi yerlerde bunu kullandı. Kendisinin deyişiyle “abece kadar sade bir şekilde, en basit gerçeklerle, sade savlarla ve ortak akla uygun” bir mesaj vermek istemişti. Diline örnek vermem gerekirse, İngiltere’nin ilk kralı I. William’dan (William the Conqueror) bahsederken “Aklı başında hiçbir insan William’dan gelen haklarının şerefli bir iddia olduğunu söyleyemez. Silahlı çetesiyle gelip, halkın rızasına karşı kendisini kral ilan eden bir Fransız soysuzu dümdüz tabirle önemsiz, aşağılık bir kökendir.” diye yazmış; Kral III. George’u insanlık dışı göstermeye gayret etmiş ve ona karşı “Kendisi hayvanların kademesinden de aşağı düşmüş, dünyada bir solucan gibi alçakça sürünmektedir. … Vahşi hayvanlar bile yavrularını böyle yiyip yutmaz.” gibi zamanın insanlarına gerçekten şok edici gelebilecek tabirler  kullandı. Yer yer ironiye de başvurdu. Benjamin Franklin sildirdiği için kitapçığın final versiyonunda olmayıp sadece taslaklarda bulunan bir cümlede “Londra’dan her gemi gelişinde üç milyon insanın ‘Acaba bu sefer ne özgürlüklere sahip olduk’ diye kıyılara koşmasından daha absürt bir sahne tahayyül edemiyorum.”

Thomas Paine - Common Sense
“The blood of the slain, the weeping
voice of nature cries, 'Tis time to part.”
Tüm bunlar göz önüne alındığında Common Sense’in ilk kopyasının haftalar içinde tükenmesi çok da şaşırtıcı değil belki de. Tüm kolonilerde hatta Avrupa’da yeniden basımlar yapıldı, tam baskının ulaşmadığı yerlerde dahi halkın günlük konuşmalarına, evlere, tavernalara, kitapçılara, kulüplere ve herkesin kulağına bir şekilde girdi. Belki de en büyük etkisi günlük hayatında politika konuşmayan insanları dahi politikanın içine çekip oyuna dahil etmesiydi. Mart 1776’da 125 bin gibi zamana göre devasa sayılara ulaşmıştı. Bu dönemde, hatta 1790 gibi daha da geç dönemlerde bile, New York ya da Pennsylvania gibi bir şehirde iyi bir gazetenin iyi bir tiraj yapmış sayılması için 1000 adet satması gerektiğini düşünürsek rakamın büyüklüğü daha iyi canlanıyor.


Peki Thomas Paine’in hayatının ve Common Sense’in Paine’in kemikleriyle alakası ne? Şöyle. Paine esasında bir Quaker mezarlığına gömülmek istemişti ancak Quaker’lar pek kendi hallerinde insanlar olduklarından bir sürü insanın mezarlığa turistik ziyarete gelmesini istemediler. O yüzden Paine New York taşrasında küçük bir çiftliğe gömüldü. Ancak birkaç yıl sonra William Cobbett adında bir gazete editörü Paine’in daha adına yaraşır bir mezar hak ettiğini düşündü ve naaşı çıkarıp Paine’in memleketi İngiltere’ye götürerek bir anıtmezar yaptırıp oraya gömmek istedi ve planını yürürlüğe koydu. Paine’in cesediyle beraber gemiye atlayıp İngiltere’ye doğru yelken açtılar. Maalesef İngiltere’ye döndüğünde bu harikulade fikrine destek bulamadı. Bu noktada Cobbett ne yapacağını bilemediğinden Thomas Paine’in kemiklerini bir sandığa koyup çiftliğinde işine gücüne bakmaya başladı. Bir süre sonra da öldü. Diğer miras mallarıyla beraber nedense Paine’in kemiklerinin bulunduğu sandık da Cobbett’in oğluna kaldı. Daha sonra -borçlanmış olacak- Cobbett’in oğlunun aralarında bu sandığın da bulunduğu eşyaları açık arttırmaya çıktı. Mezatı yapan kişi bir cesedi satmayı doğru bulmadığından olsa gerek satıştan kemikleri çıkardı ve burada kemikler ortadan kayboldu. Bugün bile Thomas Paine’in kemiklerinin nerede olduğunu bilmiyoruz. 2001 yılında Amerika’da bir dernek Paine’e hak ettiği anıtmezarı yaptırmak için kemiklerin izini sürmeye karar verdi ancak yaptıkları çağrıya dünyanın dört bir yanından cevaplar geldi. Kafatası için Avustralya’dan, kaval kemiği için İngiltere’den doğruluğu kestirilemeyen yanıtlar aldılar. Yani maalesef bugün ABD bağımsızlığının en önemli isimlerinden birinin kemikleri dünyanın dört bir yanında tarihi eser gibi dolaşıyor. Böyle önemli insanları bekleyen son bu olmamalı sanki.

1800'ler Amerikan Feminist Modasında Türk İzleri: Bloomers

Elizabeth Cady Stanton 1800’lü yıllarda yaşamış Amerikalı kadın bir aktivist, kölelik karşıtı ve zamanın kadın hakları hareketlerinin en önde gelen figürlerinden biriydi. 1840’ta Londra’da toplanan Dünya Kölelik Karşıtlığı Cemiyeti’nin oylamalarında, ateşli tartışmaların ardından erkek üyeler tarafından, oturumlara kadınların dahil edilmemesi, isterlerse toplantıları kapalı perde arkasından takip edebilecekleri yönünde karar alındı. Kadınlar sessiz protestolarına bir perde arkasında devam ederken konvansiyona oylama sonrasında yetişebilen kadın hakları savunucularından William Lloyd Garrison da protestoya katılarak kadınların yanında oturdu. Stanton balayı sırasında gittiği bu toplantılarda Lucretia Mott’la tanıştı ve beraber Seneca Falls, New York’taki dünyanın ilk kadın hakları konvansiyonuna giden yolda ilk adımları attılar. 19-20 Temmuz 1848’de yapılan konvansiyonun sonunda 68 kadın ve 32 erkek, taslağını Stanton’ın hazırladığı ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi model alınarak hazırlanan “Duygu-Düşünce Bildirgesi”ni (Declaration of Sentiments) imzaladılar. Bildirgede kadınlar ve erkeklerin eşit olduğu belirtildi, mülk edinme hakkı, boşanmalarda kadının hakları, yüksekokullara girebilme izni, iş yaşamında eşit haklar istemleri listelendi ve o zamanlar halen tartışmalı bir konu olan kadınlara oy hakkı istendi. Seneca Falls’tan sonra gazetelerde kendilerine karşı ağır bir propaganda başlatıldı. Bir Philadelphia gazetesi bugün de birçok feministin tüylerini kaldıracak bir dille “Bir kadın hiçbir şeydir, eş ise her şey” (A woman is nothing, a wife is everything) başlığını atmış, Stanton ise bu başlığı daha sonra yazdığı bir beyanında kızgınca kullanmıştı. Bu noktadan sonra ülke çapında kadın hakları toplantıları yaygınlaştı. Hatta Stanton, Seneca Falls’dan hemen sonra Worcester’daki bir toplantıya da konuşmacı olarak çağrıldı. O sırada üç çocuğu olan Stanton, çocuklarından birinin diğerine ok atıp gözünden yaralaması üzerine evde olmadığı için kendini suçladı ve bir süre evde kalmaya karar verdi. Ancak hayatını adadığı şeyi bir kenara atmadı tabi ki ve Amelia Bloomer tarafından çıkartılan Lily adında yerel bir kadın dergisine Ayçiçeği mahlasıyla yazılar yazmaya başladı. Kocası sürekli sarhoş olan ve dövülen bir kadının kocasını boşayabilme hakkının olması gerektiğini savundu. Yazıyı gören erkekler bu düşünceler karşısında şoke oldular, sonuçta evlilik “iyi günde kötü günde” değil miydi?

1851’de Elizabeth Stanton’ın kendisi gibi bir kadın hakları savunucusu olan kuzeni Libby Miller ziyarete geldi. Miller geldiğinde üzerinde diz altına kadar gelen eteklerinin içinde ayak bileklerine kadar uzanan pantolonları, belinde de bir kuşağı olan, korsesiz ve geniş pilesiz bir elbise vardı. Stanton elbiseyi çok sevdi ve hemen kopyalayıp kendisi de giymeye başladı. Seneca Falls’da elbiseyi bu ikiliden gören diğer birkaç kadın da yeni modaya katıldı. Bunların arasında derginin sahibi Amelia Bloomer da vardı. Bloomer elbisenin modelini ve çizimlerini dergisine basarak yayımladı ve yayılmasına önayak oldu. Zamanın Türk kadınlarının giydiği kıyafetlere benzediği için Bloomer reklamını yapana kadar insanlar elbiseye Türk elbisesi (Turkish dress) diyordu.


Orijinal Turkish dress dedikleri kıyafet.

Elbise dergi sayesinde yayıldıktan sonra ise “bloomers” olarak adlandırılmaya başlandı. Bloomer, dergisinde kadınların kendilerini geleneksel kıyafetlerin kısıtlarından kurtararak rahat ve özgür hissedebilmeleri için bu elbiseyi öneriyordu. Bloomers rahat ve hafifti. Kadınlar artık merdivenleri bir elleriyle eteklerini tutmadan çıkabileceklerdi. Basit bir kıyafet giderek erkek baskısının, kadınlara biçilen ev kadını-anne rolünün reddinin ve kadın haklarının simgesi olmaya balamıştı.


Zamanın dergilerinden bir bloomers.

Bu kıyafete hem erkekler hem de kadınlar tarafında çokça eleştiri ve saldırı geldi. Stanton’ın çocukları bile annelerinin bu şekilde giyinmesinden utandıkları için sokakta onunla görülmek istemiyorlardı. Bazı erkekler bloomers giymek isteyen kızlarına “sosyalizmin vahşi ruhunun yansıması” diyerek izin vermiyorlardı. Bir din adamı “Bazı kadınlar erkekliğe özeniyor. Bir kadın uzun elbisesi içinde salınırken güzeldir. Koşmaya başladığında büyüsü bozulur.” şeklinde vaazlar bile verdi.

Bloomers modası hemen bitmedi. Amelia Bloomer 7 sene, Stanton 8 sene kadar bu elbiseyi giymeye devam etti. Stanton yeterince kadın hakaretlere ve aşağılanmalara dayanabilirse kadınların çok büyük çoğunluğunun giydiği geniş pileli uzun elbiselerin ortadan kalkacağını düşünüyordu. Harekete katılan ve zarar gören başkaları da vardı. Lydia Sayer Hasbrouck da bu tip elbiseler giymeye başladı ve kıyafet seçimi yüzünde bir okula kaydı yapılmadı. The Sibyl adlı dergide elbiseler de dahil olmak üzere hayatın her alanında reform öneriyordu. Kendisi de ateşli bir kadın hakları savunucusuydu. ABD’nin ve bağımsızlığını kazandığı İngiltere’nin yüzyıllardır süregelen önemli yurttaş söylevlerinden biri olan “temsil yoksa vergi de yok”tan (no taxation without representation) esinlenerek, kadınların oy vermesine müsaade etmeyen yasaları protesto amaçlı vergi vermeyi reddetmesi üzerine bir vergi memuru Hasbrouck’un evinden bir bloomers çalarak satışa bile sundu. Bir süre sonra bloomers’ın topladığı fazla ilginin konuyu asıl meseleden, yani kadın haklarından saptıracağını düşünen kadınlar eski korseli elbiselerine yavaş yavaş geri döndüler. Tabi dünyada giyim özgürlüğünü savunan başka hareketler de görüldü. 1881’de Londra’da kurulan Rasyonel Kıyafetler Derneği (Rational Dress Society) Stanton ve Bloomer’ın rahatlığı öne çıkaran moda anlayışını savunuyordu. Toplantı ve yayınlarında korselere ve zamanın hareket kısıtlılığına yol açan giyim anlayışına karşı bir tavır aldılar.

Maalesef Amelia Bloomer ömrünün sonuna kadar bloomer modasında yeniden bir canlanma göremedi. Amerikan İç Savaşı sonrasında da bloomers giyimi neredeyse tükenme noktasına gelmişti. Ancak Bloomer’ın 1895’te ölümünden bir sene sonra kadınlar bloomers’ı yeniden bir giyim alternatifi olarak kullanmaya başladılar. Özellikle bisiklet kullanan kadınlar arasında oldukça popüler hale geldi.


1800'lerin sonlarında bloomers tekrar yaygınlaştı.

Kadınların ve hak arayışında olan tüm insanların kendilerine yollarında destek olacak simgeler bulabilmeleri dileğiyle.

Kaynaklar:
Fritz, J. and DiSalvo, D. (1995). You want women to vote, Lizzie Stanton?. New York: Putnam's.
Kramarae, C. and Rakow, L. (2013). The Revolution in Words. Routledge, pp.140-141.
Nps.gov, (2014). Amelia Bloomer - Women's Rights National Historical Park (U.S. National Park Service). [online] Available at: http://www.nps.gov/wori/historyculture/amelia-bloomer.htm [Accessed 10 Dec. 2014].
Thomas, P. (2014). Rational Dress Reform, Victorian Bloomers and Cycling Costumes. [online] Fashion-era.com. Available at: http://www.fashion-era.com/rational_dress.htm [Accessed 10 Dec. 2014].
Wikipedia, (2014). Bloomers (clothing). [online] Available at: http://en.wikipedia.org/wiki/Bloomers_%28clothing%29 [Accessed 10 Dec. 2014].

TV Tarihinin İlk Siyah-Beyaz Öpücüğü

Beni tanıyanlar orijinali olsun, sonradan gelen diziler olsun her tür Trek’i ne kadar sevdiğimi bilir. Abrams’ın aksiyon yüklü IMAX filmi rekreasyonunu kendi çapında eğlenilebilir bulsam da, evrenin ruhuna tamamen aykırı olduğundan bunun dışında tuttuğumu belirtmek isterim. Küçükken televizyondan hayal meyal hatırladığım sahneler veya Sadri Alışık’ın hoş referanslarının da bunda etkili olduğunu sanmıyorum. 1960’ların sonlarında insanlara nasıl bir his ya da geleceğe dair umut vermişse, yayına girmesinden 43 sene sonra izlemeye başladığımda bana da benzer şeyleri hissettirdiğini düşündüğümden olabilir. Gene Roddenberry Star Trek’i yaratırken kafasında bir insanlık ütopyası kurdu. İnsanların, geçim sıkıntısı olmadan sadece keşfetmek, kendilerini geliştirmek ve daha ileriye götürmek amaçlı çabalayacakları, sınırsız bir eşitlik, özgürlük ve yaşama saygı evreni hayal etti. Hep iki ileri bir geri gitsek de insanlığın bir şekilde her çukurdan çıkabileceğine dair bir umut verdi.

Roddenberry’nin insanlığa inancı bu denli yüksekken 60’larda halen yaygın sayılabilecek ırkçılığa yaklaşımını tahmin edebilirsiniz. Enterprise’ın mürettebatının ırksal, cinsel ve politik homojenliği kendisinin ve yapımcıların bu konudaki hassasiyetini ve politik doğruculuğunu gösteriyor. Beyaz Amerikan Kaptan James Tiberius Kirk, siyahi Teğmen Uhura, Asyalı Teğmen Sulu, Rus Asteğmen Chekov ve kadınlı erkekli tüm gemi mürettebatı. Takip eden serilerde de benzer durum Deep Space 9’ın siyahi kaptanı Benjamin Sisko ve Voyager’ın güçlü ve anaç kaptanı Kathryn Janeway ile sürdü.



1968 yılının Kasım ayında yayınlanan üçüncü sezon onuncu bölüm “Plato’s Stepchildren” yayınlandığında ABD’de siyah ve beyaz ırklar arası en ufak yakınlaşma hala ihtilaflıydı ve fazlaca yaygara koparıyordu. Bu bölümde Enterprise mürettebatının, telekinetik güçleri olan ve bu sayede istedikleri kişiyi kukla gibi oynatabilen Platonyalılar tarafından esir alınmış ve köle edilmişlerdi. Kaptan Kirk (William Shatner) ile Teğmen Uhura da (Nichelle Nichols) bu bölümde Platonyalılar tarafından ‘kendi iradeleri dışında’ öpüşmeye zorlanıyorlardı. Telekinezi dizinin yayıncısı NBC için öpücüğü açıklaması daha kolay hale getiriyordu. Zaten bölüm boyunca da William Shatner bilindik abartılı oyunculuğuyla bir yandan zorla Uhura’ya yaklaştırılırken bir yandan da “Seni öpmeyeceğim! Seni öpmeyeceğim!” diye bağırıyordu. Öpüşmenin “uzaylı etkisi altında” ve yine de zorla gerçekleşmesi günümüz şartlarından bakıldığında, sadece o şartlarda olabilecek kadar korkunç bir şey fikrini sunduğundan TV ekranları için büyük bir olay değil de gizli bir ırkçılıkmış hissi uyandırabiliyor. Ancak tarihin her türlü yorumunda olayların zamanın şartlarından bağımsız olmadıklarını göz önüne almanın önemini hatırlatmak gerekiyor. (Burada not olarak Thomas Jefferson'ın da kölelik karşıtı bir insan olmasına rağmen kendisinin de birçok kölesinin olduğunu, Abraham Lincoln’ın Kongre’de “Beyler tabi ki siyahların beyazlara eşit olduğunu iddia etmiyorum ancak…” minvalinde cümleler* kurduğunu hatırlatabilirim.)

Yine de öpüşme gerçekleşti ve bu noktada Shatner ve Nichols’ın hikayeleri farklılaşıyor. William Shatner aslında gerçekten öpüşmediklerini, dudaklarının dokunmadığını iddia ederken Nichols aksini savunuyor. Öpüşme esnasında Uhura’nın kafası kameraya döndüğü için bölüm konteksti içinde öpüşmüş olsalar da gerçekte öpüşüp öpüşmediklerini bilemiyoruz.



Sahneye son hali verilene kadar geçen süreçlerle ilgili bir takım renkli hikayeler mevcut. NBC, izleyicilerinden gelecek tepkilerden çekindiği için sahnenin bir de öpüşmenin gerçekleşmediği versiyonunun çekilmesinde ısrar ediyor. Daha sonra Shatner ve Nichols öpüşmenin gerçekleşmediği birçok deneme çekimi gerçekleştiriyorlar ancak Shatner her çekimde yüzünü türlü şekillere sokarak alternatifleri kasıtlı olarak biraz mahvediyor. NBC kadrosu yine de öpüşmeli versiyondan çekindiği için üst yönetime bütün alternatif çekimler izletiliyor. Shatner’ın alternatiflerdeki kendisi için bile yeni sayılabilecek kadar kasıtlı kötü oyunculuğunu gören yönetim “eeh başlarım ulan” deyip ilk halini kabul ediyor.

Nichols daha sonra kendisine ulaşan birçok mektubun şaşırtıcı derecede olumlu ve destekleyici olduğunu belirtiyor. Hatta Kuzey’e nazaran daha ırkçı olduğu bilinen Güneyli izleyicilerden birinden “Ben ırkların karışıp kaynaşmasına tamamen karşı bir insanım. Ama Kaptan Kirk gibi bir Amerikan delikanlısı Uhura gibi güzel hatunu kollarında bulduysa karşı koymamalı” diye bir cevap gelmiş.

Senaryoyla ilgili ilginç başka bir nokta da Nichols tarafından daha sonra aktarılıyor. Nichols’ın bir röportajına göre senaryonun orijinalinde Uhura ve Kirk’ün öpüşmesi gerekiyordu. Ancak NBC kadrosunun çekincelerinden dolayı (Spock en azından Amerikalı değildi)  senaryo Spock-Uhura çiftine çevrilmişti. Sette Nimoy ve Nichols’ı pratik yaparken (çok hoş ^^) gören Shatner ise “N’oluyor kardeşim burada? Uhura’yı biri öpecekse ben öperim” deyip senaryoyu orijinal haline çevirttirdi.

Plato’s Stepchildren TV’de siyah ve beyaz ırklar arası ilk öpüşme olarak en bilinen yapım olsa da durumun aslında bir şehir efsanesi olduğunu belirtmek gerekiyor. 1967’de, Star Trek’ten yaklaşık bir sene kadar önce Nancy Sinatra’nın başrolünde oynadığı ve şarkı söylediği bir video film sayılabilecek Movin’ with Nancy adlı bir TV yapımında bir fotoğrafçıyı canlandıran bir oyuncu Nancy Sinatra’yı hiçbir cinsel çağrışım içermeyen şekilde yanağından öpmüştü. ABD dışında ise dünyada TV ekranlarındaki ilk siyah-beyaz öpüşme Britanya’da Emergency Ward 10 isimli dizide 1964 yılında gerçekleşti ve tarihteki yerini aldı. Tabi bundan önceki birçok yapımda da siyah-beyaz ilişkileri kadar karşı çıkılmayan beyaz-Asyalı ilişkileri ve öpüşmeleri görüldü. Ancak bunlar ayrı bir konu.

Star Trek ırklararası öpüşmeyi ekranlara taşıyan ilk proje olmasa da en çok ses getiren ve hafızalarda yer eden ve belki ırkçılığa bir fiske de olsa darbe vurabilen bir yapım olduğundan TV tarihindeki yeri önemli. İşte bu ve bunun gibi sebeplerden dolayı Roddenberry’nin evrenini seviyoruz. Live long and prosper kardeşlerim..

* Abraham Lincoln: “I will say then that I am not, nor ever have been in favor of bringing about in anyway the social and political equality of the white and black races – that I am not nor ever have been in favor of making voters or jurors of negroes, nor of qualifying them to hold office, nor to intermarry with white people; and I will say in addition to this that there is a physical difference between the white and black races which I believe will forever forbid the two races living together on terms of social and political equality. And inasmuch as they cannot so live, while they do remain together there must be the position of superior and inferior, and I as much as any other man am in favor of having the superior position assigned to the white race. I say upon this occasion I do not perceive that because the white man is to have the superior position the negro should be denied everything.”

SPAM! SPAM! SPAM!!!

1937 yılında Amerika’da piyasaya yeni bir ürün çıktı. Çoğunlukla domuz eti ve patatesten nişastasından mamül olan bu gıdaya, bunu yaratan firma olan Geo A. Hormel & Co. tarafından Hormel Spiced Ham (Hormel Baharatlı Jambon) ismi verildi. Şirketin başkan yardımcısının aktör ve aynı zamanda kelimelerle de arası daha iyi olan bir kardeşi vardı ve isim olarak Spiced Ham yerine SPAM kullanılmasını önerdi. (SPAM kelimesinin “Shoulder of Pork and Ham”den [Domuz & Jambon Sırtı] geldiğini rivayet edenler de var.)  Ne olursa olsun Hormel Gıda bugün bile kelimenin büyük harflerle, SPAM şeklinde yazılması gerektiğinde ısrarcı.


Çekici görünmediği kesin


Aslında SPAM Hitler sayesinde başarıya ulaştı. İkinci Dünya Savaşı Britanya’da yiyecek kıtlığına yol açmıştı. Bu da taze etin çok katı şekilde karneye bağlanmasına yol açtı; ki bu da Britanyalıların daha serbest olan kutu gıdalara dönmelerine sebep oldu. Britanyalıların yüzlerini döndükleri o kutu gıda Amerika’dan devasa miktarlarda Ada’ya gönderilen SPAM’di. Savaştan sonra, SPAM Britanya mutfağının bir parçası olarak kaldı, özellikle ucuzca kafelerde. Sevdiğimiz Monty Python da burada devreye giriyor.

Monty Python 1970’te SPAM skecini yaptı. Skeçte iki kişi Britanya’da hemen hemen bütün yiyeceklerin SPAM içerdiği dandik bir kafeye indiriliyorlar. Bir süre sonra o sırada kafede olan bir grup Viking söz olarak sadece SPAM, SPAM, SPAM, SPAM, SPAM, SPAM kelimelerinden oluşan bir türkü tutturuyorlar. Artık sinir bozacak noktaya kadar bu şekilde devam ediyor.




Monty Python kimsenin bilmediği sebeplerden dolayı bilgisayar programcıları arasında çok popülerdi. Hatta bugün ismini onlardan almış olan Python isimli programlama dilini mutlaka duymuşsunuzdur. Bu da bizi Multi-User Dungeon’lara kadar (Çok Kullanıcılı Zindanlar) kadar götürüyor. MUD’ler zihninizde canlandığı gibi “Red Light District”teki tuhaf bodrum katları değil aslında, 1980’lerde var olmuş erken dönem bir internet oyunu, o zaman bilgisayardan anlayan zeki insanların birbirlerine yazdıkları programları gösterebildikleri ortamlardı. Bu programların en popüleri de aslında bildiğimiz bir eşek şakasından ibaretti. Bu şaka programındaki ilk komut satırı bilgisayara ekrana “SPAM” kelimesini yazması emrini veriyordu, ikinci satır da ilk satıra geri dönmesini söylüyordu. Sonuçta Monty Python şarkısının sözleri ekranlar ve ekranlar boyunca yazılmış olurdu ve siz de bunu durduramazdınız.

1990’a geldiğimizde SPAM programcılar arasında internette istenmeyen ne varsa temsil eden bir kelimeye dönüşmüştü. Monty Python şakası Usenet’te kullanılmaya devam edildiğinde spam kelimesinin kullanımı da çok daha yayıldı. İşte bu yüzden de mirasını ülkesinden çıkarabilmek için size vermeye razı o Nijeryalı prensin, penisinizi bir haftada beş santimetre uzatmaya kararlı o güzel insanların e-postalarına spam denildi, yani sonuçta aslında spam de bir marka adı.


Kaynak:
Forsyth, Mark (3 Kasım 2011). “The Etymologicon: A Circular Stroll through the Hidden Connections of the English Language”: SPAM (not spam)


Starbucks ve Vikinglerin Arasındaki İlişki Nedir?

Bu sorunun kaç zamandır sizin de kafanızı kurcaladığının farkındayım. O yüzden lafı fazla uzatmadan başlasam iyi olur.

Vikingler 793’te İngilitere’nin kuzeydoğu kıyılarında bir ada olan Lindisfarne'e varıp, oradan da yakıp yıkıp talan edip Yorkshire’a kadar gelirler. O bölgede bir sazlı bir dere bulup adını da Sedgestream (Sazlıdere olarak çeviresim geldi) koyarlar. Tabi ki Vikingler İngilizce konuşmadıklarından buna Sedgestream yerine Eski Norveççede aynı anlamada gelen (hatırlatayım, Sazlıdere) Starbeck koyarlar.

Lindisfarne: İngiltere'nin kuzeydoğu kıyılarında Vikinglerin ilk çıkartmasını yaptığı yer.

Bugün hala İngiltere, Harrogate’ta Starbeck adında bir yerleşim birimi var ve o dere de artık sazsız ve raylara paralel şekilde, yer altı boruları içinde oldukça zayıf da olsa hala akıyor (Dere demeyelim artık, Starbeck sızıntısı) Buranın ismi ilk olarak 1817’de kayıtlara geçti ancak gördüğümüz gibi ismi Vikinglere kadar gidiyor olmalı. Üstelik kayıtlara geçme tarihi oldukça geç olsa da 13. Yüzyılda o bölgede yerleşim olduğu da biliniyor. Bölgede ailelerden birine isim olarak kendilerine bölgenin ismi verilmiş, bir harf farkla: Starbuck. Starbuck ailesinin bölgedeki kaydı 1379 yılına dayanıyor ve o tarihten bu yana ikisi de çok vaka-i hayriye sayılamayacak iki olay vuku buldu: Quaker hareketi yayıldı ve Amerika keşfedildi. Bunun sonucu olarak Starbuck ailesi Cape Cod civarındaki Nantucket adasının ilk yerleşimcilerinden olur. Quaker’lıkları hakkında pek bilgi sahibi değiliz ancak Nantucket’ın en büyük gelir kaynağı olan balina avcılığının önde gelen ailelerinden olduğunu biliyoruz. İsimleri sadece Nantucket’ta değil geniş bir coğrafyada duyulmuştu. 1823’te Hawaii kralı II. Kamehameha ve kraliçesi Kamāmalu, Valentine Starbuck’ı kendilerini İngiltere’ye götürmesi için tutarlar ve orada da kızamıktan ölürler. Daha sonra İngiliz Kraliyet Donanması kaptanlarından George Anson Byron kral ve kraliçenin naaşlarını Hawaii’ye geri götürürken Pasifik’te Valentine’ın Londra’ya olan yolculuğundan önce görüp not ettiği bir adayı tekrar görür ve adaya onun anısına Starbuck adası ismini verir.

Bundan yirmi sene kadar sonra Herman Melville balinalar ve balina avcılığı konulu bir roman yazmaya başlar. Romanda Nantucket’tan demir alarak Moby Dick adında bir beyaz balinanın peşinden giden Pequod adlı gemiyi anlatır. Melville’in kendisi de bir balina avcısıydı ve Nantucket’lı Starbuck ailesinin namını çokça duymuştu. O yüzden Pequod’un ikinci kaptanına ailenin anısına Starbuck ismini verir.

Moby Dick başlarda çok popüler bir roman sayılmazdı. Özellikle de İngilizler romanı pek anlayamıyorlardı çünkü romanın Britanya versiyonunda son bölümü basılmamıştı. Neyse ki sonradan kolay anlaşılamayan romanlar moda oldu ve Moby Dick’in namı aldı yürüdü. Amerikanın her yerinde İngilizce öğretmenleri kitabı baş tacı ediyorlardı. Seattle’da kitabı özellikle çok seven bir İngilizce öğretmeni vardı, Jerry Baldwin. 

Jerry Baldwin iki arkadaşıyle beraber bir kahveci açmaya karar vermişlerdi ama isim sıkıntısı yaşıyorlardı. Jerry aradığı ismi en sevdiği kitabın sayfalarında bulabileceğini biliyordu. Arkadaşlarına fikrini açtı. Bugün dünyaca ünlü o kahvecinin adı.. “Pequod” olacaktı. Arkadaşları Jerry’nin dikkatini ortadaki soruna çektiler. İçilebilir bir şeyler satmaya çalıştığın bir dükkan açıyorsan adında “pee” (çiş) hecesini çağrıştıran bir ses olması pek akıllıca bir pazarlama hamlesi sayılmazdı. Dolayısıyla Jerry’nin fikri rafa kaldırıldı ve daha yerel çağrışımlı bir şeyler aramaya başladılar. Haritada kendilerine isim aralarken Rocky Dağları eteklerinde “Camp Starbo” adına küçük bir maden yerleşkesi buldular. Jerry’nin iki ortağı Starbo’nun bir kahveci için iyi bir isim olduğunu düşündüler ama Jerry yılmadı ve buradan gelen fikirle aydınlandı. İkinci heceye yapılacak bir değişiklikle orta yolu bulabileceklerini düşündü. Kahvecinin adı Pequod’un ikinci kaptanı Starbucks oldu. Üç ortak isim konusunda anlaştı ve Vikinglerin Yorkshire’daki Sazlıdere’si Starbeck dünyanın en ünlü kahve zincirine dönüştü.

Tüm bunların sonunda hala eğlenceli kalmayı başarabilen başka bir nokta da Moby Dick’in 19. Yüzyılın başlarında Pasifik’te yüzün üstünde saldırıdan kurtulmayı başaran “Mocha Dick” adında gerçek bir beyaz balinadan esinlenmiş olması.

Moby Dick: Pequod'un mürettebatının anasını laciverte boyarken.


Jeopolitik Gariplikler: Anklavlar ve Eksklavlar

Merhaba! Bugünün konusu insanın hayatı zorlaştırmak için bulduğu milyon sebepten biri olan anklav ve eksklavlar. Anklav bağlı olduğu ülkeye sınırı olmayıp başka bir ülke tarafından çevrelenmiş bölgeler demek. Bu bölge tamamen o ülkenin kendisi de olabilirken, ülkenin ana parçasına erişimi olmayan bir yer de olabilir.


Şekil 1: Örneğin yukarıdaki resimde C bölgesi A’nın anklavıyken, B’nin eksklavıdır.


Ülke olarak tamamen başka bir ülkeyle çevrelenmiş olan anklav ülkelere örnek Vatikan, San Marino ve Lesotho. Vatikan ve San Marino malum, Lesotho ise tamamen Güney Afrika Cumhuriyeti’nin içinde yer alıyor.


Şekil 2: Sarı bölge Lesotho, Güney Afrika'nın su ithalatçısı


Buraya kadar kolay. İlginç olan ve bloga taşımaya değecek kısmı ise çok parçalı anklavlar. Hollanda – Belçika sınırındaki Baarle-Nassau / Baarle-Hertog ile başlayalım. Sınırları toprağa dev puzzle parçaları atarak belirlenmiş izlenimi veren bu bölge esasen Hollanda toprakları içinde yer alan ve birçok parçadan oluşan Belçika topraklarından oluşur. Karmaşıklığı orada bitmez, bu Belçika topraklarının içinde yine Hollanda toprağı olan yerler vardır.


Şekil 3: Sarı bölgeler Belçika, açık renkli bölgeler Hollanda toprağı


Kapı komşunun farklı ülkede yaşaması, bir kafede otururken yan kafedeki adamın o an yine farklı ülkede bulunuyor olması, park yerlerinin ortalarından geçmesi yetmezmiş gibi Hollanda – Belçika sınırları bazı evlerin ortalarından geçer. Sınır evin herhangi bir yerinde geçiyorsa sorun yok, evin kapısı hangi ülkedeyse ev de o ülkede sayılıyor. Ama bunun daha uç noktası da mevcut tabi ki.




Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz evde sınır tam kapıdan geçiyor ve kapının iki yanına baktığınız zaman iki ülke için iki kapı numarası ve iki zil görebilirsiniz. Bu evdeki insanlar iki ülkede yaşıyor. Evin iki adresi var, sabah Belçika’daki yatak odasında uyanıp Hollanda’daki mutfağında kahvaltı yapıyorlar.

Bu bölgedeki sınırlar 1800'lü yıllarda belirlenmesine rağmen fiziksel olarak çizilmesine gerek görülmemiş. Tabi bu durum bazı garipliklere de yol açmamış değil. Örneğin Belçika’da yaşadığını sanan Belçikalı bir adam sınırlar çizildikten sonra aslında Hollanda’da yaşadığını öğreniyor. Bu durumun getireceği tonla evrak işiyle uğraşmak istemediğinden dahiyane bir çözüm bularak sadece evin kapısının yerini değiştiriyor. Harika!

Söz konusu ülkeler Hollanda ve Belçika olunca bu durum pratikte çok soruna yol açmıyor. Her iki ülke de Avrupa Birliği üyesi olduğundan serbest dolaşım hakkı var ve her iki ülke (Belçika’nın kuzey kısmı diyelim) insanları da aynı dili konuşuyor. Ama Hindistan ve Bangladeş arasındaki Cooch-Behar’da (Hindistan’a ait) yaşayan insanlar o kadar şanslı değil. Bu bölgede Hindistan topraklarında 92 Bangladeş anklavı, Bangladeş topraklarında da 106 Hindistan anklavı bulunuyor. Sanıyorum aşağıdaki iki harita durumun vehametini benim kelimelerimin yeteceğinden daha iyi anlatır.




Şekil 5&6: Cooch-Behar anklav bölgesi

Pek popüler ama doğruluğu da kesin olmayan bir hikayeye göre bölgenin bu hale gelmesi 18. yüzyılda bölge krallarından Koch Bihar rajası ve Mughal maharajası arasındaki satranç oyunlarına dayanıyormuş. Oyunlarda bölge topraklarını parça parça bahis olarak ortaya sürüldüğü söyleniyor. Hindistan ve Bangladeş arasıda uzun süredir gergin olan ilişkiler buralarda yaşayan 60000 insan için hayatın oldukça zorlaşmasına yol açmış. İki hükümet de diğer ülke eksklavında yaşayan vatandaşların karşı ülkeye kendi topraklarından geçmesine müsaade etmediğinden buradaki insanlar en temel ihtiyaçlardan dahi yoksun kalmışlar. Neyse ki 2011 senesinde iki hükümet bölgedeki sorunu çözmek için konuşmalara başladı. Toprak ve nüfus mübadelesi ve evini bırakmak istemeyen insanlara diğer ülkenin vatandaşlığına geçme seçenekleri ortaya sunuldu. Şu an Bangladeş anlaşmayı onaylamış durumda, Hindistan da Aralık 2013’te tasarıyı Rajya Sabha’yasına (bir nevi lordlar kamarası) sunmuş. Buna rağmen görünen o ki Hindistan toprakları içindeki Bangladeş eksklavı olan Dahagram-Angarpota mevcut haliyle korunacak. Burasının ilginç özelliği ise Bangladeş anakarasına Tin Bigha Koridoru ile bağlı olması ancak bu koridor sadece gündüzleri, ve gündüzleri de bir saat açık bir saat kapalı şekilde çalışıyor. Bölge her açıdan dünyanın en ilginç sınır ihtilaflarına sahip. Bunun en büyük örneği de dünyanın tek “üçüncü derece anklavı” olan Dahala Khagrabari bölgesi. Dahala Khagrabari idari olarak Cooch Behar’a bağlı, ama bir Bangladeş köyü olan Upanchowki Bhajni’nin içinde, Upanchowki Bhajni ise bir Hindistan köyü olan Balapara Khagrabari’nin, o da yine Bangladeş toprağı olan Rangpur bölgesinin içinde. İnsanlar gerçekten hayatlarını zorlaştırmak için ellerinden geleni yapıyorlar.